2 Kasım 2012 Cuma

Ogün Altıparmak


Lefter’in varisi olarak kırık ayağıyla Fenerbahçe’ye transfer olup gol krallığına ulaştı… Futboldan önce tüm sporları yaptı, futboldan sonra ülkemizdeki ilk futbol okulunu kurdu… Huzurlarınızda yaşayan efsane Ogün Altıparmak...

Kariyerinizde sadece futbol değil; atletizm, basketbol, yüzme gibi birçok spor dalı, bunların birçoğunda da yaptığınız dereceler var. Futbolda karar kılmanızı sağlayan neydi?
Futbola İzmir Çamlıkspor’da başladım. 1955 senesinde “Puşkaş” Ergun milli takımda oynamaya başladı ve transfer teklifi alarak İtalya’ya gitti. Ergun, Avrupa’yı ve milli takımı öyle bir anlattı ki o gün futbolcu olmak istedim. Ondan önce 1953 senesinde yüzme şampiyonu bir arkadaşım yüzemediğim için benimle dalga geçmişti. “Ulan seni ilk yarışta geçeceğim” dedim ve şubatın soğuğunda yüzmeye başladım. İlk yarışta onu geçip şampiyon oldum. Bir ara da atletizme merak saldım, onda da derece yaptım. Basketbol, hentbol, masa tenisi derken futbol oynarken buldum kendimi. Karşıyakalı futbolcu arkadaşlarım kahvede oyun oynarlarken ben yağmurda çamurda idman yapardım. Arkamdan “Sığır yine çalışmaya gidiyor” diyerek eğlenirlerdi. Şimdilerde Karşıyaka’ya gittiğimde “Siz hâlâ aynı yerde misiniz yahu?” diyorum (gülüyor).

Şimdilerde Türkiye’nin her tarafında açılan futbol okullarının ilkini siz açmışsınız. İlkler her zaman zordur. Siz bunun altından nasıl kalktınız?
Futbolu bıraktıktan bir süre sonra Fenerbahçe altyapısında Amerika’da gördüklerimi uygulamaya çalıştım. Türkiye’deki ilk futbol okulunu 1984 yılında kurdum. Futbol okulunun ne olduğunu, nasıl olduğunu insanlara anlatmak için çok uğraştım. Ertuğrul Sağlam benim kurduğum okulun meyvesidir. Oğlum Batur da yine o okulda başlayıp Fenerbahçe A takımına kadar yükselmişti. Okul kurulduğu sezon genç milli takıma yedi futbolcu vermiştik.

Teknik direktörlük işi futbolculuktan daha zor oldu sanırım. Futbolu bıraktıktan sonra siyaset, ticaret derken teknik direktörlüğü bıraktınız…
Amerika’dan da Türkiye’den de teknik direktörlük sertifikası aldım. Ancak eğitimci kimliğim her zaman müsabakacı kimliğimden daha ağır bastı. Futbolu bıraktıktan sonra Giresunspor’a teknik direktör oldum, yapamadım, bıraktım. Sonrasında da ticaret ve siyaset hayatım başladı. Ticarete yeni atıldığım bir dönemde Irak ordusuna tekstil ürünleri satmak için İstanbul’da yetkilileriyle buluşmuştuk. Misafirlerimi Gönül Yazar’ın çıktığı gazinoya götürdüm. Gönül ablaya da durumu anlattım. O da hasta Fenerbahçeli olduğundan beni çok severdi. Misafirlerimle öyle güzel ilgilendi ki o işi aldım. Yani Fenerbahçe bana her kulvarda yeni kapılar açtı. Şimdi yeni bir projem var. Bu da Türkiye için ilk olacak. Hazırlıklar bitmek üzere. Bu projeyle çocuklar bilgisayarda tek tuşa basarak futbol dersleri alacak.

Sizin futbolcu olduğunuz dönemde yurt dışına transfer olmak şimdiki gibi kolay olmasa gerek. Sizin Amerika’da futbol oynamanız nasıl oldu?
Milli takımla Tunus’un bir maçında çok iyi oynamıştım. Amerika’da oynadığım takımın antrenörü de o maçı izlemeye gelmiş ve beni çok beğenmiş. O maçtan sonra bana Amerika’dan bir mektup geldi. Mektubun üzerinde sadece büyük harflerle “Ogün / Turkey” yazıyordu. O mektup gelip beni buldu (gülüyor). Çünkü Türkiye’deki bütün Ogün’lerin isim babası benim! 10 Kasım doğumlu olduğum için babam bana bu ismi koymuş.

Amerika’da, Washington Whips takımında neler yaptınız?
Takım adeta bir UNESCO şubesiydi. Brezilyalı, Arjantinli, Danimarkalı, Ganalı, İsveçli... Hepsi bir aradaydı. Fenerbahçe’ye geriye dönmek üzere söz vererek Amerika’ya gittim. Üç ay oynadım, 10 maçta 10 gol atıp döndüm.

1968’de Fenerbahçe’nin Avrupa Şampiyon Kulüpler Turnuvası’nda Manchester City maçı denilince akla ilk gelen isim sizinki oluyor. Siz o maçı hatırladığınızda aklınıza ilk ne geliyor?
Eşim ben maça çıkmadan önce bir rüya görmüş. “İlk devreyi 1–0 mağlup kapatacaksınız ama ikinci devre iki gol atıp maçı alacaksınız” demişti. Maçtan önce bu rüyayı arkadaşlarıma anlatmıştım. Manchester City gibi bir takımı yenmek o zamanlar bizim için gerçekten bir rüyaydı! Fenerbahçe’nin beş kupa aldığı sezonda “Allaha emanet sistemi”miz vardı bizim. Molnar’ın tek yaptığı takunyalarını giyip sahada gezmekti. Ondan taktik falan almazdık. Manchester City maçının devre arasında Can Bartu’yu oyundan almak istedi. Takım olarak direnip Can’ı oyunda tuttuk. İkinci devre olanlar oldu. Maçı 2–1 aldık. Elimde mendil maçtan sonra ağlıyordum. Maç İnönü Stadı’nda oynanmıştı. Sahanın içinde bile taraftar vardı. Taç atışlarını kullanmak için önce taraftarları uzaklaştırmak gerekiyordu. Eskişehirspor’un amigosu Orhan’ı o maç için İstanbul’a getirmişlerdi. Görevini hakkıyla yaptı.

Oğlunuz Okan Altıparmak’ın çektiği “Takım Böyle Tutulur” belgeselinde Fenerbahçeliliğinizi anlatırken sizi dinleyip de duygulanmayan Fenerbahçeli yoktur sanırım. Ne zaman Fenerbahçeli olduğunuzu hatırlıyor musunuz?
1947 yılıydı: Ben Fenerbahçe’ye yedi yaşımda Ankara’da oynadığı bir maçta vurulmuştum. Tribünler “Ver Lefter’e, yaz deftere” diye inliyordu ve ben de onun binlerce hayranından biriydim. Fenerbahçe’ye 25 yaşımda geldim. Lefter ağabeyle hem Fenerbahçe’de hem milli takımda birlikte oynadım. Lefter ağabey futbolu bırakırken “Ogün burada olduktan sonra gözüm arkada kalmayacak” demişti. Bu sözü duyduktan sonra ölsem de gam yemem.

Kırık bacakla transfer olan başka bir futbolcu daha var mıdır bilmiyorum ama siz kırık bacakla Karşıyaka’dan Fenerbahçe gibi sayılı kulüplerden birine transfer olmayı başardınız. Bu transfer nasıl gerçekleşti?
Fenerbahçe’den önce Galatasaray’dan transfer teklifi almıştım. Metin Oktay’ı alınca benim transferimi ertelemişlerdi. Ayağım kırıldığında Karşıyaka kulübü yöneticileri benim röntgen filmime bile bakmaya tenezzül etmemişken Fenerbahçeli yöneticilerin evime gelmesi beni çocuk gibi ağlatmıştı. O zamanlar çıkıkçılar daha yaygındı. İlk tedavimi bir çıkıkçıya yaptırmıştım. Rahmetli Kadir Has ödemişti transfer ücretimi. Ben hepsini almak istemedim. Bir kısmını alıp “Oynayamazsam tamamını iade edeceğim” demiştim.

1970–1971 sezonunda gol kralı oldunuz ve futbolu bıraktınız. Bu kararı Fenerbahçe’den başka bir takımda futbol oynamak istemediğiniz için mi aldınız?
Evet, futbolu 33 yaşımdayken istemeye istemeye bıraktım. Fenerbahçe’de futbolu bırakmam için son zamanlarda beni kadro dışında bırakıyorlardı. Oynamadığım maçlarda üst üste mağlubiyetler alınınca taraftarlar beni istemeye başladı. Fenerbahçe’nin teknik kadrosu beni formsuz sanıp taraftarı susturmak için kadroya alsın diye geceleri idman yapıyordum. Otobanda koşuyordum, eşim de arabanın farlarıyla yolu aydınlatarak bana yardım ediyordu. Deplasmanda zamanın en iyi takımlarından biri olan PTT’ye iki gol atmıştım. O sezon gol kralı oldum ve futbolu bıraktım.

Futbolu bıraktıktan sonra siz de birçok futbolcu gibi bir boşluğa düştünüz mü?
Futbolcular faal futbol oynadıkları dönemde etraflarında bir ton insan olur. Metin Oktay’a kendi arkadaşları kumar oynamaya alıştırıp elinden parasını alınca yalnız bıraktılar. Metin ağabey futbolu bıraktıktan sonra bu yalnızlıkla kendisini içkiye verdi. Kaza yapmasının sebebi de bu alkol illetiydi.

Metin Oktay henüz Galatasaray’a transfer olmadan önce de arkadaşınızdı. İstanbul’da da yıllarca karşılıklı oynadınız. Onunla ilgili unutamadığınız bir anı var mı?
Onunla birlikte İzmir’den İstanbul’a geldiğimizde havaalanında Metin ağabeyi eşi bir tarafta, Galatasaraylı yöneticiler bir tarafta bekliyorlardı. Eşini uzun süredir görmemesine rağmen o önce kendisini karşılamaya gelen Galatasaraylı yöneticilerin yanına gitmişti.

Sizin oynadığınız zamanlarda Galatasaray–Fenerbahçe çekişmesi nasıldı? Unutamadığınız bir maç var mı?
1964’de Fenerbahçe lig şampiyonu, Galatasaray da kupa şampiyonu oldu. O zamanlar kupa ve lig şampiyonları Atatürk Kupası için karşılaşırlardı. Bize o maç oynanmayacak dediler ve takım olarak tatile gittik. Ancak ne hikmetse Galatasaray bu maç için kampa girmiş. Biz plajda güneşlenirken yöneticilerden “Maç oynanacakmış!” diye haber geldi. Bizi plajdan aldıkları gibi maçın oynanacağı stada götürdüler. Sudan çıkmış balık gibiydik (gülüyor). O maçı benim de iki golümle 3–1 kazandık. Maçtan sonra Metin ağabeyle birbirimize çok takılmıştık. Galatasaraylılar bizi yendiklerinde “Moda burnuna attık oltayı, Fenerbahçe’ye soktuk zokayı” derlerdi. O maçtan sonra taraftarların yüzünü görmeliydiniz. Eskiden futbolcular erişilmez insanlar değildi. Maçlardan sonra galibiyetler birlikte kutlanırdı. İnönü Stadı’nda yaptığımız bir maçtan sonra Kabataş İskelesi’ne gitmek için stattan çıktık. Taraftarlar bizi sırtlarında taşıyarak götürüyorlar. Vapura bindiğimde cebimdeki paraların gittiğini anladım (gülüyor). Olsun değer!

Futbol oynamaya İzmir’de başladınız ve İzmir futbolunu takip etmeyi hiç bırakmadınız. Sizce İzmir’deki futbol kulüpleri nerede hata yapıyor?
Karşıyaka’yı şimdilerde amigolar idare ediyor. Göztepe’yi de amigolar batırdı.
İzmir futboluna temel atan tek kulüp şu anda Bucaspor. Altyapı çalışmalarını yıllardan beri takip ediyorum. Öyle mantıklı adımlar attılar ki bunun dönüşünü almamaları imkânsızdı. Karşıyaka, Altay ve Göztepe kulüpleri altyapı açıklarını bilinçsiz transferlerle doldurmaya çalıştılar. Kurumsallaşmadıktan sonra İzmir’de hiçbir kulüp bir adım öteye gidemez.

Arkadaşlarınızın anlattığına göre siz futbolunuz kadar totemlerinizle de meşhurmuşsunuz. Neler yapardınız maçı kazanmak için?
Oynadığım bütün maçlarda sahaya herkesten önce çıkardım. Çünkü ne zaman geride kalsam ya mağlup olurduk ya da maçta kötü bir şeyler olurdu. Galatasaraylı futbolcular bunu fark etmişler. Bir derbide ben tam sahaya çıkmaya hazırlanırken önümü kestiler. Planı maçtan önce yapıp, koridora saklanmışlar. Beni tutup, benden önce kendi arkadaşlarını çıkarttılar. O gün 2–0 mağlup olduk!

Kalenin önünde yatıp elinizi yanağınıza koyduğunuz bir fotoğraf var ki görüp de gülmemek elde değil. O fotoğraf karesi ne zaman yakalandı?
İzmirspor maçıydı. O maçta ben ayağımın içiyle topu doksana doğru gönderdim. Kaleci topu içeri almak üzereyken nerden çıktığını anlamadığım biri uçarak kafayla topu çıkardı. Oysa ben kendimden o kadar emindim ki top daha havadayken gole sevinmeye başlamıştım (gülüyor). Topu çıkarttıklarını görünce inanamadım. Ne yaptığımı bilmiyorum. O fotoğrafa her baktığımda ben de çok gülerim.

Siz yıllarca sağ açık ve santrfor mevkiinde takdir görmüş bir oyuncu olarak şimdi dört büyüklerdeki oyuncuları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de bulunan en iyi santrfor Güiza’dır. Üzerine çok gidildiğini düşünüyorum. Bu baskı elini kolunu bağladı. Gökhan Ünal’dan ümitliyim. Fenerbahçe’nin futbol anlayışına çok uygun bir oyuncu. Ancak topu kenarlardan getirip ona teslim edecek iyi birinin olması gerek. Beşiktaş altyapısındaki Muhammed Demirci’ye dikkat edin. Muhammed doğru zamanda doğru işler yaparsa ikinci bir Messi olabilecek yeteneğe sahip bir oyuncu. Bizim birkaç yıl öncesine kadar en fazla koşan futbolcumuz Tuncay Şanlı’ydı. Tuncay bile İngiltere’ye gittiğinde oradaki oyunda ağır kaldı. Şimdi futbol daha fazla mücadele gerektiriyor. Eskiden tek günlük kamplar olmazdı. Biz bir kampa girerdik, on beş gün çıkmazdık. Kamptan çıkınca da barlar, pavyonlar futbolcudan geçilmezdi (gülüyor).

Birçok efsane futbolcuyla birlikte ya da karşılıklı oynadınız. En çok kiminle birlikte vakit geçirmek eğlenceliydi?
Selim Soydan! Canı sıkıldığında eğlenmek için yapmayacağı şey yoktu. Ordu Milli Takımı’yla birlikte Dünya Kupası için İspanya’ya gitmiştik. Yine saha dışındaki her dakikamızı poker oynayarak geçiriyorduk. Selim, İspanya’da bütün takıma sürekli içecek bir şeyler ısmarlıyordu. Meğer bizi İspanya’ya götüren albayın oda numarasını öğrenmiş. Bütün hesapları onun odasına yazdırıyormuş (gülüyor). Maçlar bitti dünya şampiyonu olduk. Otelden ayrılırken albaya 295 dolar hesap çıkmıştı. Yediğimiz fırçanın haddi hesabı yok tabii. Bir de Selim kafasına koyduğu adamı yok ederdi. Teknik direktör Oscar Hold’u da o kaçırtmıştı. Çünkü Selim koşmayı ne kadar sevmiyorsa hoca onu o kadar koştururdu. Hülya Koçyiğit’i evlenmeye ikna edebilmek için bütün takımı seferber etmişti (gülüyor).

Milli takımda ve Fenerbahçe’de Can Bartu ile yaptığınız verkaçlar hâlâ dillerde…
Can Bartu ile milli takımda ve Fenerbahçe’de yıllarca birlikte oynadık. Ben sürekli hareket halinde oynamayı severdim. Can da verkaçlara bayılırdı. Takımda verkaç yapabileceği en uygun adam da bendim. Onunla birlikte oynadığım bütün maçlar keyifliydi.


“Lucescu ona verdiğim altını hâlâ saklar!”
1971’in temmuz sıcağında bir jübile yaptınız ve tribünleri doldurmayı başardınız. Hatta sizin jübileniz için Mircea Lucescu bile Türkiye’ye gelmişti…
Lucescu geldiğinde yeni evlenmişti ve eşi de yanındaydı. Davetimi kabul eden bütün futbolculara birer Cumhuriyet Altını hediye etmiştim. O zamanlar Romanya’da komünist sistem işliyordu. Bırakın altını, bir çift çorap bile orada yaşayanlar için çok önemliydi. Lucescu ile jübilemden yıllar sonra görüştüğümüzde eşinin o altını hâlâ sakladığını söylemişti. Lucescu, Fenerbahçe’ye gelmek istiyordu ama Çavuşesku’nun hışmından korktu. Yurt dışına çıkmak için ısrar etse Çavuşesku onu asardı!

FourFourTwo Dergisi Mayıs 2010 sayısında yayımlanmıştır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder