Lefter’in varisi
olarak kırık ayağıyla Fenerbahçe’ye transfer olup gol krallığına ulaştı…
Futboldan önce tüm sporları yaptı, futboldan sonra ülkemizdeki ilk futbol
okulunu kurdu… Huzurlarınızda yaşayan efsane Ogün Altıparmak...
Kariyerinizde sadece futbol değil;
atletizm, basketbol, yüzme gibi birçok spor dalı, bunların birçoğunda da
yaptığınız dereceler var. Futbolda karar kılmanızı sağlayan neydi?
Futbola İzmir
Çamlıkspor’da başladım. 1955 senesinde “Puşkaş” Ergun milli takımda oynamaya
başladı ve transfer teklifi alarak İtalya’ya gitti. Ergun, Avrupa’yı ve milli
takımı öyle bir anlattı ki o gün futbolcu olmak istedim. Ondan önce 1953
senesinde yüzme şampiyonu bir arkadaşım yüzemediğim için benimle dalga
geçmişti. “Ulan seni ilk yarışta geçeceğim” dedim ve şubatın soğuğunda yüzmeye başladım.
İlk yarışta onu geçip şampiyon oldum. Bir ara da atletizme merak saldım, onda
da derece yaptım. Basketbol, hentbol, masa tenisi derken futbol oynarken buldum
kendimi. Karşıyakalı futbolcu arkadaşlarım kahvede oyun oynarlarken ben
yağmurda çamurda idman yapardım. Arkamdan “Sığır yine çalışmaya gidiyor”
diyerek eğlenirlerdi. Şimdilerde Karşıyaka’ya gittiğimde “Siz hâlâ aynı yerde
misiniz yahu?” diyorum (gülüyor).
Şimdilerde Türkiye’nin her tarafında
açılan futbol okullarının ilkini siz açmışsınız. İlkler her zaman zordur. Siz
bunun altından nasıl kalktınız?
Futbolu
bıraktıktan bir süre sonra Fenerbahçe altyapısında Amerika’da gördüklerimi
uygulamaya çalıştım. Türkiye’deki ilk futbol okulunu 1984 yılında kurdum.
Futbol okulunun ne olduğunu, nasıl olduğunu insanlara anlatmak için çok
uğraştım. Ertuğrul Sağlam benim kurduğum okulun meyvesidir. Oğlum Batur da yine
o okulda başlayıp Fenerbahçe A takımına kadar yükselmişti. Okul kurulduğu sezon
genç milli takıma yedi futbolcu vermiştik.
Teknik direktörlük işi futbolculuktan
daha zor oldu sanırım. Futbolu bıraktıktan sonra siyaset, ticaret derken teknik
direktörlüğü bıraktınız…
Amerika’dan da
Türkiye’den de teknik direktörlük sertifikası aldım. Ancak eğitimci kimliğim
her zaman müsabakacı kimliğimden daha ağır bastı. Futbolu bıraktıktan sonra
Giresunspor’a teknik direktör oldum, yapamadım, bıraktım. Sonrasında da ticaret
ve siyaset hayatım başladı. Ticarete yeni atıldığım bir dönemde Irak ordusuna
tekstil ürünleri satmak için İstanbul’da yetkilileriyle buluşmuştuk.
Misafirlerimi Gönül Yazar’ın çıktığı gazinoya götürdüm. Gönül ablaya da durumu
anlattım. O da hasta Fenerbahçeli olduğundan beni çok severdi. Misafirlerimle
öyle güzel ilgilendi ki o işi aldım. Yani Fenerbahçe bana her kulvarda yeni
kapılar açtı. Şimdi yeni bir projem var. Bu da Türkiye için ilk olacak.
Hazırlıklar bitmek üzere. Bu projeyle çocuklar bilgisayarda tek tuşa basarak
futbol dersleri alacak.
Sizin futbolcu olduğunuz dönemde yurt
dışına transfer olmak şimdiki gibi kolay olmasa gerek. Sizin Amerika’da futbol
oynamanız nasıl oldu?
Milli takımla
Tunus’un bir maçında çok iyi oynamıştım. Amerika’da oynadığım takımın antrenörü
de o maçı izlemeye gelmiş ve beni çok beğenmiş. O maçtan sonra bana Amerika’dan
bir mektup geldi. Mektubun üzerinde sadece büyük harflerle “Ogün / Turkey”
yazıyordu. O mektup gelip beni buldu (gülüyor). Çünkü Türkiye’deki bütün
Ogün’lerin isim babası benim! 10 Kasım doğumlu olduğum için babam bana bu ismi
koymuş.
Amerika’da, Washington Whips takımında
neler yaptınız?
Takım adeta bir
UNESCO şubesiydi. Brezilyalı, Arjantinli, Danimarkalı, Ganalı, İsveçli... Hepsi
bir aradaydı. Fenerbahçe’ye geriye dönmek üzere söz vererek Amerika’ya gittim.
Üç ay oynadım, 10 maçta 10 gol atıp döndüm.
1968’de Fenerbahçe’nin Avrupa Şampiyon
Kulüpler Turnuvası’nda Manchester City maçı denilince akla ilk gelen isim
sizinki oluyor. Siz o maçı hatırladığınızda aklınıza ilk ne geliyor?
Eşim ben maça çıkmadan
önce bir rüya görmüş. “İlk devreyi 1–0 mağlup kapatacaksınız ama ikinci devre
iki gol atıp maçı alacaksınız” demişti. Maçtan önce bu rüyayı arkadaşlarıma
anlatmıştım. Manchester City gibi bir takımı yenmek o zamanlar bizim için
gerçekten bir rüyaydı! Fenerbahçe’nin beş kupa aldığı sezonda “Allaha emanet
sistemi”miz vardı bizim. Molnar’ın tek yaptığı takunyalarını giyip sahada
gezmekti. Ondan taktik falan almazdık. Manchester City maçının devre arasında
Can Bartu’yu oyundan almak istedi. Takım olarak direnip Can’ı oyunda tuttuk.
İkinci devre olanlar oldu. Maçı 2–1 aldık. Elimde mendil maçtan sonra
ağlıyordum. Maç İnönü Stadı’nda oynanmıştı. Sahanın içinde bile taraftar vardı.
Taç atışlarını kullanmak için önce taraftarları uzaklaştırmak gerekiyordu. Eskişehirspor’un
amigosu Orhan’ı o maç için İstanbul’a getirmişlerdi. Görevini hakkıyla yaptı.
Oğlunuz Okan Altıparmak’ın çektiği “Takım
Böyle Tutulur” belgeselinde Fenerbahçeliliğinizi anlatırken sizi dinleyip de
duygulanmayan Fenerbahçeli yoktur sanırım. Ne zaman Fenerbahçeli olduğunuzu
hatırlıyor musunuz?
1947 yılıydı: Ben
Fenerbahçe’ye yedi yaşımda Ankara’da oynadığı bir maçta vurulmuştum. Tribünler
“Ver Lefter’e, yaz deftere” diye inliyordu ve ben de onun binlerce hayranından
biriydim. Fenerbahçe’ye 25 yaşımda geldim. Lefter ağabeyle hem Fenerbahçe’de
hem milli takımda birlikte oynadım. Lefter ağabey futbolu bırakırken “Ogün
burada olduktan sonra gözüm arkada kalmayacak” demişti. Bu sözü duyduktan sonra
ölsem de gam yemem.
Kırık bacakla transfer olan başka bir
futbolcu daha var mıdır bilmiyorum ama siz kırık bacakla Karşıyaka’dan
Fenerbahçe gibi sayılı kulüplerden birine transfer olmayı başardınız. Bu
transfer nasıl gerçekleşti?
Fenerbahçe’den
önce Galatasaray’dan transfer teklifi almıştım. Metin Oktay’ı alınca benim
transferimi ertelemişlerdi. Ayağım kırıldığında Karşıyaka kulübü yöneticileri
benim röntgen filmime bile bakmaya tenezzül etmemişken Fenerbahçeli
yöneticilerin evime gelmesi beni çocuk gibi ağlatmıştı. O zamanlar çıkıkçılar
daha yaygındı. İlk tedavimi bir çıkıkçıya yaptırmıştım. Rahmetli Kadir Has
ödemişti transfer ücretimi. Ben hepsini almak istemedim. Bir kısmını alıp
“Oynayamazsam tamamını iade edeceğim” demiştim.
1970–1971 sezonunda gol kralı oldunuz ve
futbolu bıraktınız. Bu kararı Fenerbahçe’den başka bir takımda futbol oynamak
istemediğiniz için mi aldınız?
Evet, futbolu 33
yaşımdayken istemeye istemeye bıraktım. Fenerbahçe’de futbolu bırakmam için son
zamanlarda beni kadro dışında bırakıyorlardı. Oynamadığım maçlarda üst üste mağlubiyetler
alınınca taraftarlar beni istemeye başladı. Fenerbahçe’nin teknik kadrosu beni
formsuz sanıp taraftarı susturmak için kadroya alsın diye geceleri idman
yapıyordum. Otobanda koşuyordum, eşim de arabanın farlarıyla yolu aydınlatarak
bana yardım ediyordu. Deplasmanda zamanın en iyi takımlarından biri olan PTT’ye
iki gol atmıştım. O sezon gol kralı oldum ve futbolu bıraktım.
Futbolu bıraktıktan sonra siz de birçok
futbolcu gibi bir boşluğa düştünüz mü?
Futbolcular faal
futbol oynadıkları dönemde etraflarında bir ton insan olur. Metin Oktay’a kendi
arkadaşları kumar oynamaya alıştırıp elinden parasını alınca yalnız bıraktılar.
Metin ağabey futbolu bıraktıktan sonra bu yalnızlıkla kendisini içkiye verdi.
Kaza yapmasının sebebi de bu alkol illetiydi.
Metin Oktay henüz Galatasaray’a transfer
olmadan önce de arkadaşınızdı. İstanbul’da da yıllarca karşılıklı oynadınız.
Onunla ilgili unutamadığınız bir anı var mı?
Onunla birlikte
İzmir’den İstanbul’a geldiğimizde havaalanında Metin ağabeyi eşi bir tarafta,
Galatasaraylı yöneticiler bir tarafta bekliyorlardı. Eşini uzun süredir
görmemesine rağmen o önce kendisini karşılamaya gelen Galatasaraylı
yöneticilerin yanına gitmişti.
Sizin oynadığınız zamanlarda Galatasaray–Fenerbahçe
çekişmesi nasıldı? Unutamadığınız bir maç var mı?
1964’de
Fenerbahçe lig şampiyonu, Galatasaray da kupa şampiyonu oldu. O zamanlar kupa ve
lig şampiyonları Atatürk Kupası için karşılaşırlardı. Bize o maç oynanmayacak
dediler ve takım olarak tatile gittik. Ancak ne hikmetse Galatasaray bu maç
için kampa girmiş. Biz plajda güneşlenirken yöneticilerden “Maç oynanacakmış!”
diye haber geldi. Bizi plajdan aldıkları gibi maçın oynanacağı stada
götürdüler. Sudan çıkmış balık gibiydik (gülüyor). O maçı benim de iki golümle
3–1 kazandık. Maçtan sonra Metin ağabeyle
birbirimize çok takılmıştık. Galatasaraylılar bizi yendiklerinde “Moda burnuna
attık oltayı, Fenerbahçe’ye soktuk zokayı” derlerdi. O maçtan sonra
taraftarların yüzünü görmeliydiniz. Eskiden futbolcular erişilmez insanlar
değildi. Maçlardan sonra galibiyetler birlikte kutlanırdı. İnönü Stadı’nda
yaptığımız bir maçtan sonra Kabataş İskelesi’ne gitmek için stattan çıktık.
Taraftarlar bizi sırtlarında taşıyarak götürüyorlar. Vapura bindiğimde
cebimdeki paraların gittiğini anladım (gülüyor). Olsun değer!
Futbol oynamaya İzmir’de başladınız ve
İzmir futbolunu takip etmeyi hiç bırakmadınız. Sizce İzmir’deki futbol
kulüpleri nerede hata yapıyor?
Karşıyaka’yı
şimdilerde amigolar idare ediyor. Göztepe’yi de amigolar batırdı.
İzmir futboluna
temel atan tek kulüp şu anda Bucaspor. Altyapı çalışmalarını yıllardan beri
takip ediyorum. Öyle mantıklı adımlar attılar ki bunun dönüşünü almamaları
imkânsızdı. Karşıyaka, Altay ve Göztepe kulüpleri altyapı açıklarını bilinçsiz
transferlerle doldurmaya çalıştılar. Kurumsallaşmadıktan sonra İzmir’de hiçbir
kulüp bir adım öteye gidemez.
Arkadaşlarınızın anlattığına göre siz
futbolunuz kadar totemlerinizle de meşhurmuşsunuz. Neler yapardınız maçı
kazanmak için?
Oynadığım bütün
maçlarda sahaya herkesten önce çıkardım. Çünkü ne zaman geride kalsam ya mağlup
olurduk ya da maçta kötü bir şeyler olurdu. Galatasaraylı futbolcular bunu fark
etmişler. Bir derbide ben tam sahaya çıkmaya hazırlanırken önümü kestiler.
Planı maçtan önce yapıp, koridora saklanmışlar. Beni tutup, benden önce kendi
arkadaşlarını çıkarttılar. O gün 2–0 mağlup olduk!
Kalenin önünde yatıp elinizi yanağınıza
koyduğunuz bir fotoğraf var ki görüp de gülmemek elde değil. O fotoğraf karesi
ne zaman yakalandı?
İzmirspor
maçıydı. O maçta ben ayağımın içiyle topu doksana doğru gönderdim. Kaleci topu
içeri almak üzereyken nerden çıktığını anlamadığım biri uçarak kafayla topu
çıkardı. Oysa ben kendimden o kadar emindim ki top daha havadayken gole
sevinmeye başlamıştım (gülüyor). Topu çıkarttıklarını görünce inanamadım. Ne
yaptığımı bilmiyorum. O fotoğrafa her baktığımda ben de çok gülerim.
Siz yıllarca sağ açık ve santrfor
mevkiinde takdir görmüş bir oyuncu olarak şimdi dört büyüklerdeki oyuncuları
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de
bulunan en iyi santrfor Güiza’dır. Üzerine çok gidildiğini düşünüyorum. Bu
baskı elini kolunu bağladı. Gökhan Ünal’dan ümitliyim. Fenerbahçe’nin futbol
anlayışına çok uygun bir oyuncu. Ancak topu kenarlardan getirip ona teslim
edecek iyi birinin olması gerek. Beşiktaş altyapısındaki Muhammed Demirci’ye
dikkat edin. Muhammed doğru zamanda doğru işler yaparsa ikinci bir Messi
olabilecek yeteneğe sahip bir oyuncu. Bizim birkaç yıl öncesine kadar en fazla
koşan futbolcumuz Tuncay Şanlı’ydı. Tuncay bile İngiltere’ye gittiğinde oradaki
oyunda ağır kaldı. Şimdi futbol daha fazla mücadele gerektiriyor. Eskiden tek
günlük kamplar olmazdı. Biz bir kampa girerdik, on beş gün çıkmazdık. Kamptan
çıkınca da barlar, pavyonlar futbolcudan geçilmezdi (gülüyor).
Birçok efsane futbolcuyla birlikte ya da
karşılıklı oynadınız. En çok kiminle birlikte vakit geçirmek eğlenceliydi?
Selim Soydan!
Canı sıkıldığında eğlenmek için yapmayacağı şey yoktu. Ordu Milli Takımı’yla
birlikte Dünya Kupası için İspanya’ya gitmiştik. Yine saha dışındaki her
dakikamızı poker oynayarak geçiriyorduk. Selim, İspanya’da bütün takıma sürekli
içecek bir şeyler ısmarlıyordu. Meğer bizi İspanya’ya götüren albayın oda
numarasını öğrenmiş. Bütün hesapları onun odasına yazdırıyormuş (gülüyor).
Maçlar bitti dünya şampiyonu olduk. Otelden ayrılırken albaya 295 dolar hesap
çıkmıştı. Yediğimiz fırçanın haddi hesabı yok tabii. Bir de Selim kafasına
koyduğu adamı yok ederdi. Teknik direktör Oscar Hold’u da o kaçırtmıştı. Çünkü
Selim koşmayı ne kadar sevmiyorsa hoca onu o kadar koştururdu. Hülya Koçyiğit’i
evlenmeye ikna edebilmek için bütün takımı seferber etmişti (gülüyor).
Milli takımda ve Fenerbahçe’de Can Bartu
ile yaptığınız verkaçlar hâlâ dillerde…
Can Bartu ile
milli takımda ve Fenerbahçe’de yıllarca birlikte oynadık. Ben sürekli hareket
halinde oynamayı severdim. Can da verkaçlara bayılırdı. Takımda verkaç
yapabileceği en uygun adam da bendim. Onunla birlikte oynadığım bütün maçlar
keyifliydi.
“Lucescu ona verdiğim
altını hâlâ saklar!”
1971’in temmuz sıcağında bir jübile
yaptınız ve tribünleri doldurmayı başardınız. Hatta sizin jübileniz için Mircea
Lucescu bile Türkiye’ye gelmişti…
Lucescu
geldiğinde yeni evlenmişti ve eşi de yanındaydı. Davetimi kabul eden bütün
futbolculara birer Cumhuriyet Altını hediye etmiştim. O zamanlar Romanya’da
komünist sistem işliyordu. Bırakın altını, bir çift çorap bile orada yaşayanlar
için çok önemliydi. Lucescu ile jübilemden yıllar sonra görüştüğümüzde eşinin o
altını hâlâ sakladığını söylemişti. Lucescu, Fenerbahçe’ye gelmek istiyordu ama
Çavuşesku’nun hışmından korktu. Yurt dışına çıkmak için ısrar etse Çavuşesku
onu asardı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder