RADYODA FANATİK VAR!
Trafiğin yoğun
olduğu saatlerde radyonun vazgeçilmez seslerinden Nihat Sırdar ilk gittiği
Fenerbahçe maçını, uğurlu hırkasını, Sevilla’da çektiklerini ve Hırvatların
arasında kaldığı anları unutamıyor
Nihat Sırdar deyince radyo
dinleyicilerinin aklına ilk gelen sizin trafikte kendisini uyanık zannedenlerle
verdiğiniz mücadele geliyor. Futbol konusunda da mücadele ettiğiniz bir konu
var mı?
Avrupa
liglerinde oynanan futbolun kalitesinin Türkiye’de de olması için bir mücadele
vermek isterdim. Futbola bu kadar kafa yorup, bu kadar para harcayan bir
memlekette bu işin böyle olması kanıma dokunuyor. Okullarda hâlâ futbolla
ilgili bir birim yok. Yetenekli çocukları çekip çıkartmak “beden eğitimi”
başlığı altında futbolsever öğretmenlerin insafına kalmış.
Profesyonel anlamda futbol oynadınız mı?
Lisanslı
atlettim, lisanslı hentbolcuydum ama lisanslı futbolcu olamadım. Okulda ve
mahalle arasında her fırsatta futbol oynardım. Çok da kötü oynardım (gülüyor)!
Kafam çalışmaya başlayıp, nasıl oynamam gerektiğini kavradığımda 25 yaşıma
gelmiştim. “Kol bacak kıran cinsten” defans oynardım. Çim ya da toprak saha
bulamadığımızdan beton üzerinde oynardık. Bu da işi kolaylaştırıyordu (gülüyor).
Bizim çocukluğumuzda her mahallenin bir halı sahası yoktu. Halı sahalar ilk
açıldığında bütün mahalleli, göbekli amcaların oynadığı maçları bile tezahürat
yapıp çekirdek çitleyerek izlerdi.
Fenerbahçelilik sizin için ne ifade
ediyor?
Babam Galatasaraylı
olmasına rağmen Fenerbahçeli dayılarım baskın çıkmışlardı. 1894–85 sezonunda
ilk gittiğim Fenerbahçe maçında Trabzonspor’la oynamıştık. 0–0 bitmişti. Maç
için vapurla Kadıköy’e gittiğimizde orası bana ayrı bir dünya gibi gelmişti.
“Burası leş gibi hamsi kokuyor” diye diye bütün taraftarlar stada gidiyordu.
Sekiz yaşımda olmama rağmen o güne dair bütün anıları hafızama kaydetmişim.
Orada yediğim sandviçin bile tadı hâlâ damağımdadır.
Fenerbahçe maçlarını nasıl takip
ediyorsunuz?
Locada
tribündeki kadar coşku olmuyor ama Ali Koç’la birlikte izlediğim maçların tadı
başkadır. Koltuktan kalkıp, merdivenlere oturup totem yapar. Bazen maçı bırakıp
onu izliyorum. Zico ile çeyrek final oynadığımız sezon Fenerbahçe’nin bütün
maçlarını izledim. Yurt dışındaki bütün maçlarda aynı hırkayı giydim. Maç için
kaç gün, nerede kalıyorsak üzerimde o vardı. Chelsea maçında giyemedim, o maçta
elendik.
Sivrisinek’le birlikte
gittiğiniz Sevilla maçında Ümit Aktan’ı arayıp, “Ağabey şu anda Sevilla
çarşının ortasındayım! Fenerbahçe formasını çıkarırsam çıplak kalacağım!
Soğuktan donuyorum. Helalleşelim!” demişsiniz...
Sevilla
maçına gitmeden önce biletleri ayarlamıştık. Oraya gittiğimizde biletler yok
olmuştu. Dört beş kişi açıkta kaldık. Mecbur kalıp Sevilla tarafına girdik. Üç
arkadaş Sevilla tribününde yer bulduk. Arkadaşlarımdan biri Galatasaraylı
diğeri Beşiktaşlı… Ben yine içime Fenerbahçe formamı giymiş, üzerine uğurlu
hırkamı çekmiştim. Hava buz gibiydi ve biz o hengâmede ne yaptığımızı
anlamamıştık. Kendimizi Sevilla’nın delilerinin arasında bulduk. Adamlar gol
atıyor, biz atıyoruz ama gıkımız çıkmıyor. En fazla gol attığımızda üzülmüş
gibi “Aaa” diyorum. Arkadaşlarım gayet rahat, Sevilla gol attığında ayağa
kalkıp seviniyorlar falan. Bir de İspanyollar çok enteresan, gol
kaçırdıklarında stattan “Uuyyy” diye bir ses yükseliyor. Gülemiyorum da!
Penaltılar atılırken Volkan kurtardıkça ben ne yapacağımı şaşırıyorum. O esnada
benim forma görünüyormuş, adamlarımdan biri fark etmiş. Beni gösterip
sinirlenmiş. İspanyollardan biri beni dürtmeye başladı. Arkadaşım devreye
girip, “Biz dostuz” diyerek araya girdi. Üzerime bir şey giymem lazım,
donuyorum ama forma görünecek diye değiştiremiyorum. Tabii bunlar yenilince
stat dışında olaylar çıktı. Baktım karşı kaldırımdan Beyazıt Öztürk ve Acun
Ilıcalı’yı kovalıyorlar. Biz bir restorana sığındık. Nasılsa canımızı kurtardık
diyerek ben formayla oturmaya başladım. O arada Sevilla’lı bir taraftar bana
uçan tekme savurmuş, yine arkadaşlar kurtardılar.
Dinleyicilerinizi alındırmadan
Fenerbahçeliliğinizi yaşamak biz radyocu olarak zor olmuyor mu? Diğer
takımların taraftarlarından tepki alıyor musunuz?
Diyelim
Fenerbahçe–Galatasaray maçı oynandı ve Galatasaray yendi. Gerçi örnek yanlış,
böyle bir maç olmayalı yıllar oluyor! Mesela Büyükşehir Belediye, Fenerbahçe’yi
yendiğinde bana mesajlar gelir, hepsini programımda okurum. Bu yüzden kimsenin
bana alındığını sanmıyorum. Trafik haberlerini sunan Murat Kazanasmaz koyu
Galatasaraylıdır. Onunla her maçta iddiaya gireriz. Galatasaray’ı yendiğimiz
bir maçta o trafik haberlerini verirken fonda “Mor menekşe” çalmaya başlamıştım
(gülüyor). Anlatamamıştı.
2010 Dünya Kupası’nda sizce neler olacak?
Favoriniz kim?
Brezilya’nın
zorlanmadan kupayı kazanacağını düşünüyorum. Ancak itiraf etmek gerekirse
maçları içim acıyarak izleyeceğim. Fatih Terim’e de elimizdeki bu malzemeyle
Dünya Kupası’na gidemediğimiz için çok kızgınım. Ben onun yerinde olsam
herkesin bu olayı unutması için birkaç yıl hiç göz önünde olmam. Türkiye’yi Dünya
Kupası’nda üçüncü yapmış Şenol Güneş’i üç pula harcayanların da geçmişlerini
düşünmeleri gerekir.
Vuvuzelalarla aranız nasıl?
Ah bir de onlar
var değil mi! Ne yapacağız bilemiyorum. Bizim de milli maçlar için yaptığımız
tezahüratlar da “Lay lay lay ooo Türkiye!”den ibarettir ama en azından zurna
çalmıyoruz.
CANLI YAYIN FACİASI
Semih Şentürk’ün, Hırvatistan’a son
saniye golünü atması Türk radyo tarihinin skandallarından birini beraberinde
getirdi!
Hırvatistan–Türkiye
maçı da benim için unutulmazdır. Bütün Türkler maç bitmeden stadı
boşaltmışlardı. Hırvatlar maçı kazanmış gibi seviniyorlardı. Hatta bazıları
hareket çektikleri için bizimkilerden dayak yediler! Semih golü attığında
hepimiz uçuyorduk. Viyana’da otele gitmek için bindiğimiz metro silme Hırvat
doluydu. Bizim ekipten bir ben oturuyorum. Biz sessiz sessiz sevinirken beni
arayıp telefonla Lig Radyo’ya bağladılar. Beni tutabilene aşk olsun tabii.
Hararetle olan biteni anlatmaya başlamıştım ki Hırvatlardan biri ayağa kalkıp
“F*** you” dedi. Öyle bir bağırdı ki, canlı yayından bütün Türkiye duydu. Ben o
dakikadan sonra duramazdım: “I f*** you” dedim. O arada beni yayına alan
arkadaşım Barış, “Teknik bir aksaklık oldu” diyerek durumu düzeltmeye çalışıyor
(gülüyor). Adamlar bana dalacak ama arkadaşlarım etrafımı çevrelemiş. Barış
beni yayından alana kadar canı çıkmıştı.
FourFourTwo Dergisi Haziran 2010 sayısında yayınlanmıştır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder