"Babam beni korumak için her antrenmanıma gelirdi. Dağlarda Sırplar vardı ve onlar için canlı olman ateş etmeleri için yeter sebepti"
Savaşın orta yerinde başlamış bir futbol
hayatın var. Öyle bir ortamda futbol hayata fazla değil miydi?
Futbol oynamaya
savaştan önce başlamıştım. 1992 senesinde tam ben profesyonel bir mukavele imzalayacakken
savaş patlak verdi. Bir anda her şey alt üst oldu. 1894 senesinden 1992’ye
kadar Saraybosna’nın en büyük iki takımından birinde, Zeljeznicar Sarajevo’daydım.
Oradan diğer büyüğe, FK Sarajevo’ya transfer oldum. Bu iki kulüp Türkiye’deki
Fenerbahçe – Galatasaray gibidir. Babam beni korumak için her antrenmanıma
gelirdi. Dağlarda Sırplar vardı ve onlar için canlı olman ateş etmeleri için
yeter sebepti. On kilometre yol yürürdük. O da inanıyordu. Benim bir gün iyi
takımlarda futbol oynayacak yetenekte olduğumu biliyordu.
Savaşta kaybettiklerin oldu mu?
Ablamın eşini kaybettim,
amcamın oğlunu kaybettim, en sevdiğim komşu teyzemi kaybettim. Ablam ve dayım
yaralandı. Kaybetmeden savaştan çıkan olmadı. Ben devam etmek zorundaydım. Her
şeyin farkındaydım. Farkında olmamak mümkün değildi çünkü tepemizden savaş
uçakları, yanımızdan tanklar geçiyordu. Evde oturup bekleyemezsin. İhtiyaçların
var. Sular, elektrikler kesik… Çıkıp, sırada bekleyip eve su taşımak
zorundasın. Yiyecek bir şeyler bulmak zorundasın. Gücün varsa tünellerden
geçip, birilerine yardım etmek zorundasın.
Ailende başka futbolcu var mıydı?
Ölen kuzenimin
kardeşi Mirsad Baljiç milli takımda da uzun süre forma giymiş, iyi bir
futbolcuydu. O da benim gibi sol ayağını kullanırdı. Benim de onun gibi sol bek
oynamamı istediler ama ben hep hücumu düşündüm. Hocama “Hücum oyuncusuna
ihtiyacınız olana kadar kadroya girmemeye razıyım” dedim. Gol attıkça da
kendimi kabul ettirdim.
Kuşatma altındaki Bosna’dan düzenlenen
bir futbol turnuvası sayesinde çıkıp bir yıl boyunca dünyanın birçok yerinde
maçlar yaptın. Bu devriâlemde başından neler geçti?
Maçların
gelirini Bosna’da gönüllü olarak savaşanlardan kurulu orduya bağışlayacaktık.
Kadronun içinde ben de vardım ve kendimi bu sayede savaşın dışına attım. 18
yaşımdaydım ve kaderim kadroya dâhil edildiğim gün değişti. Malezya’da,
Arabistan’da, Türkiye’de, Almanya’da bir sürü maç yaptık ve bu maçlarla büyük
tecrübe kazandım. Her ülkede cebime bir şeyler koydum. Bunu yapmak hiç kolay
değildi. Ailemin yanından ayrıldım ve onlarla tekrar konuşabildiğimde aradan
sekiz ay geçmişti. Bu sekiz ayı söylemek kolay ama yaşamak çok zordu. “Acaba
yaşıyorlar mı; açlar mı, toklar mı?” diye düşünmediğim tek gün olmadı ama
futbol oynamaya devam ettim. Ailemi aradığımda annem hep “Herkes iyi” diyordu. Emin
olmak için sırayla herkesi telefona isterdim. Çünkü takımdaki bir arkadaşımın
kardeşi ölmüştü ve ondan altı ay sakladık. Akrabalarımın öldüğünü bize gelen
yerel gazeteden öğrenmiştim. Çok büyük paralar kazanmıyordum. Kazandığımı
aileme gönderiyordum ama savaş şartlarının yarattığı aşırı enflasyon yüzünden
hiçbir şeye yetmiyordu. Bir kilo şeker 160 liraydı. Gerisini siz düşünün!
Bildiğimiz kadarıyla Bursaspor’a gelişin
de kolay olmamıştı…Nasıl kaçtın ülkenden?
Turnuva devam
ederken Bursaspor’la bir maç yapmıştık. O maçta iyi bir oyun çıkartmıştım.
Nejat Biyediç beni beğenmiş. Maçtan sonra beni istemişlerdi. Oysa benim savaşa
geri dönmem gerekiyordu. Anlaşma böyleydi. Hocanın telefon numarasını aldım.
Turnuva devam etti. Arabistan’a gittik. Arabistan’dan sonra Bosna’ya dönmek
için uçakla Türkiye’den aktarma yaptık. Havaalanında beklerken aklımdan onlarca
şey geçiyordu. Ülkeme dönersem futbol hayatım bitecekti. Sabah saat beşti.
Nejat hocayı arayıp “Benimle hâlâ ilgileniyor musunuz? Evet derseniz buradan
hemen kaçarım, yanımda bir arkadaşım daha var” dedim. “Bir taksiye atlayın,
Taksim’de bir otele gidin” dedi. Pasaportu elinde olan kaçtığı için
pasaportları saklamışlardı. Herkes uyuyordu. Pasaportlarımızı bulup kaçtık.
Heyecandan valizlerimizi alamadık. Bir arkadaşım, cebimde 100 mark ve
eşofmanlarım vardı. Korkuyordum. Nejat hoca bir araba yolladı. O arabayı
beklerken hayatımın en zor üç saatini yaşadım. Hiçbir yere ait değildim,
“Araf”taydım! 2 Şubat 1995! O günü unutamam.
Kaçtığın ekibin yöneticileri sana tepki
göstermedi mi?
Başta beni ailem
üzerinden tehdit ettiler. Bursaspor başkanı “Oyuncumun pasaportunu vermeden
size bonservis ödemem” dedi. Bu benim için çok büyük bir jestti. Çünkü savaş
sürdüğü için beni beş kuruş ödemeden alabilirlerdi. Altı ay sonra aileme
kavuştum. Onları gördüğümde aradan bir buçuk yıl geçmişti. Bursa’da altı ay
kaldılar. Evlerin çoğu yıkıldığından insanlar dairelerin kapısını kırıp içine
yerleşiyordu. Gitmek zorunda kaldılar.
Böyle olunca Bursaspor’a bir vefa borcun
oldu. Başarında bunun da payı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Tabii ki. Bir
yandan kendimi kulübe borçlu hissediyordum, bir yandan kendimi göstermek için
elime büyük bir fırsat geçmişti. Ben Bursaspor’a gittiğimde takımda üç forvet
vardı. Yusuf ben Bursaspor’a gittiğimde eskisi kadar iyi oynamıyordu. Oysa çok
iyi bir oyuncudur. Onu gönderip yerine beni aldılar. Evim bile hazırlanmış
gibiydi. Bursa benim için başkadır. Ailem için de öyle. İstanbul’a her
geldiklerinde Bursa’yı görmeden gitmezler.
Bursaspor’un 1996 yılında UEFA Intertoto
Kupası’ndaki başarısında büyük pay sahibi oldun. Seni o zaman daha iyi
tanımıştık…
Şubatta geldiğim
için transfer dönemini bekliyordum. Intertoto maçları benim için bulunmaz
nimetti. Oynamak için sabırsızlanıyordum.
Wimbledon’ı
yendik. Ondan sonra da sırayla devam ettik. Karlsruche ile karşılaştığımız
çeyrek final maçında kazananı belirleyecek penaltılarda ilk penaltıyı ben
atmıştım. Dokuzuncu penaltıya kadar uzadı. Onu atamazsak kaybediyorduk. Kimse
kullanmak istemedi. O penaltıyı kaçırdık ve kupaya veda etik. Sadece Bursa’da değil, bütün Türkiye’de
maçlar heyecanla takip ediliyordu. Bütün takım kenetlenmiştik. Bu sezon nasıl
iyi bir takım kurulduysa biz de öyle bir takımdık. Bursalıların artık Intertoto
Kupası’ndan fazla övünecek şeyleri olmalı. Çünkü hak ediyorlar. Eminim
Bursaspor, Şampiyonlar Ligi’nde oynama şansı bulursa bocalamayacak.
Ve büyük transfer! Fenerbahçe’ye o dönem
için astronomik bir ücret olan 9 milyon dolar karşılığında transfer oldun. Bu
ücret seni de şaşırttı mı?
Aziz Yıldırım’ın
bir oyla başkan seçildiği seneydi. Gazetelerde adımı görmüştüm. Başkan ilk
işlerinden biri olarak beni almak istiyordu. Bursaspor’la burada oynadığımız
bir maçta, Fenerbahçeli taraftarlar bana tezahürat yapmışlardı. Ben de gelmek
istiyordum ve yöneticilere söz verdim. Galatasaray ve İstanbulspor da istemişti
o zaman beni. Fenerbahçe’nin ödediği transfer ücreti açıklandıktan sonra sadece
Türkiye’de değil, Bosna’da da herkes benden bahsetmişti.
Bütün magazinciler senin peşine düşmüştü.
Onlardan nasıl kurtuldun?
Türkiye’de Hamdi
Alkan komedi programında benim kılığımda küvete dolarları doldurup banyo
yapıyordu. Herkes “Bu parayla şu kadar okul, bu kadar otoban yapılır” diyordu.
Herkesin gözü üzerimdeydi. Ben de Bosna’ya kaçtım!
O parayla otoban yaptırmadın herhalde?
Bosna’da
öncelikle ailemin durumunu düzelttim. Bu konudan bahsetmeyi pek sevmesem de
Bosna için hayırlı şeyler yaptığımı söyleyebilirim. Bir kilo şekerin hesabını
yaptığım günleri unutmadan harcadım o parayı.
Fenerbahçe’de transfer ücretinin
ağırlığıyla ezilmekten korkmadın mı? Taraftar senden çok şey bekliyordu…
Tesislerden hiç
çıkmıyordum. Sürekli tek başıma çalışıyordum. En önemlisi de kendime
güveniyordum. Top benim velinimetimdi ve ondan hiç ayrılmadım. Taraftar beni
sevdi ve aradan onca zaman geçmesine rağmen unutmadılar.
Bursaspor, Fenerbahçe ve Real Madrid! Transfer
olacağını ilk duyduğunda aklından neler geçti?
Şaka gibiydi!
Toshack beni istemişti ama Fenerbahçe’nin istediği fiyatta anlaşamamışlardı. Aradan
biraz daha zaman geçti. Tam kendimi Fenerbahçe’de kalmaya hazırlamıştım ki Real
Madrid beni yeniden istedi. Aziz Yıldırım’ın yanına gidip “Bir daha bu şansı
bulamayabilirim, bir sakatlanırım her şey biter” dedim. Bana hak verdi. Bir
gece bana bir telefon geldi. “Gidiyorsun” dediler. Bacaklarımı hissetmiyordum.
Sabaha kadar uyuyamamıştım. Ertesi sabah gidip bir takım elbise aldım ve
gittim. Başkan gitmeme çok üzülmüştü. Onu üzgün görünce ben de duygulanmıştım.
Madrid’e gittiğinde heyecanını kontrol
edebildin mi peki?
Havaalanında
beni yaklaşık iki yüz kamera karşıladı. Madrid’de çok az insan Fenerbahçe’yi
tanıyordu. Birkaç gün sabah kalktığımda camdan dışarı bakmadan Madrid’de
olduğuma inanamadım. Kaptan Fernando Hierro beni karşıladı. Küçükken
gazetelerden onun fotoğraflarını kesip saklardım. İlk idmandan sonra bir baktım
yanımda McManaman, Raul, Morientes… Onlarla nasıl konuşacağımı bilememiştim.
Onların da benim gibi insan olduklarını anlamam zaman almıştı. Toshack bana
“Burada oynamak kolay değil” demişti. Ne dediğini sahaya çıkınca anladım. 90
bin taraftar omuzlarıma oturdu! İlk 15 dakikadan sonra maç bitsin diye dua
etmeye başladım.
Rüyanın en güzel yerinde sakatlık
kâbusuyla uyandın. Dünya derbisinde oynayamadan sakatlandın. Bu ağır
psikolojiyle baş etmek hiç kolay olmasa gerek…
Real
Madrid–Barcelona maçı öncesiydi. Bosna Milli Takımı’yla Estonya’ya dört gol
atmıştım. İspanya’ya döndüğümde herkes dev derbide benden gol bekliyordu. Maç
için son idmanın bitimine beş dakika kala ayağım kaydı. Çok büyük bir acıydı.
Bacağımdan çıkan sesi duyduğumda ağlamaya başladım. Maçta sakatlansaydım bu
kadar üzülmezdim. En azından “Barcelona’ya karşı oynadım” derdim. Altı ay
oynayamadım. Sakatlıktan önce ve sonra birkaç maç oynayabilmiştim. Sakatlıktan
sonra da sabırsızlandığım için şans bulamamıştım. Altı yıllık mukavelem olmasına
rağmen küsüp mücadele etmeyi bıraktım. Bilmediğim orda iyi olmanın
yetmediğiydi!
Tarihi 4-3’lük Fenerbahçe–Gaziantep
maçında oyundan alınınca sahayı terk etmiştin. Senin yerine oyuna giren Rapaiç
oyunu adeta tek başına çevirmişti.
Maçın skorunu öğrendiğinde “İyi ki
çıkmışım” dedin mi?
İlk yarıda kötü
oynamıştık. Ben oyundan çıkarılınca kendimi kötü oyunun sebebi gibi görmüştüm. İkinci
yarı başlamadan taksi tutup Samandıra’ya gittim. Yolda maçı dinliyordum.
Dördüncü gol olduğunda nasıl sevindim bilemezsiniz. Hem takımıma, hem kendim
için tabii! Yaptığım akıl kârı değildi. Kazanamasaydık, günah keçisi ben
olacaktım.
Real Madrid gibi bir takımda oynadıktan
sonra Türkiye’de ikinci lig takımlarında oynamak zor geldi mi? Yine bir karar
vermen gerekse yine gider miydin?
Ben hiçbir
futbol takımını küçümsemedim. İstanbul’dan kopmak istemedim. Zaten her şeyi
görüp geçirmiştim. Benim hiçbir zaman gündemde olmak gibi bir derdim olmadı. Tek
istediğim biraz huzurdu.
Bunca dolu hayat maratonunda bir de müzik
albümü çıkarttın. İstediğin gibi oldu mu?
Müzik her zaman
hayatımın bir köşesindeydi. Hayallerimden biri de bir albüm çıkartmaktı. Kendim
için yaptım. Bosna’da çok beğenildi. Pişman olmadım. Çocuklarıma
gösterebileceğim bir hatıra olarak kalacak.
Üzerine roman yazılabilecek kadar dolu
bir geçmişin var. Elinde kalan en değerli şey ne?
Real Madrid’de
hâlâ benim fotoğrafım duruyor. Şampiyonlar Ligi kupasının kadrosunda benim adım
yazıyor. İşte bu bana yeter. Bunlar parayla alınacak şeyler değil!
Futbolu bırakırken tek hayalinin teknik
direktör olarak sahalara geri dönmek olduğunu söylüyordun. Bu sezon Bosna Milli
Takımı’nda yardımcı antrenör olarak göreve başladın…
Futbolu
bıraktıktan sonra iki yıl boyunca sahaları çok özlediğimi fark ettim. Bir
antrenörlük kursuna gittim. Her şey futbol kariyerim gibi hızlı gelişti. Geçen
sene kursa başladım ve daha kursum bitmeden milli takımdan teklif aldım. İyi
bir yerden başladım. Kendimi geliştiriyorum. Dünya Kupası’na katılmayı son anda
kaçırdık. Şimdi hedefimiz Avrupa Şampiyonası elemelerinde başarılı olmak.
Dünya Kupası’nı biraz buruk izleyeceğin
kesin ama favorin kim?
İspanya güzel
şeyler yapacak gibi. İlk dördün içinde mutlaka olacaklardır. Brezilya’yı da
merakla bekliyorum. Arjantin’den hiçbir beklentim yok. Çünkü Messi,
Barcelona’da takım oyunu oynuyor ama Arjantin’de herkes Messi’nin üzerine
oynuyor.
FourFourTwo Dergisi Mayıs 2010 sayısında yayımlanmıştır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder