2 Kasım 2012 Cuma

Elvir Baliç


"Babam beni korumak için her antrenmanıma gelirdi. Dağlarda Sırplar vardı ve onlar için canlı olman ateş etmeleri için yeter sebepti"

Savaşın orta yerinde başlamış bir futbol hayatın var. Öyle bir ortamda futbol hayata fazla değil miydi?
Futbol oynamaya savaştan önce başlamıştım. 1992 senesinde tam ben profesyonel bir mukavele imzalayacakken savaş patlak verdi. Bir anda her şey alt üst oldu. 1894 senesinden 1992’ye kadar Saraybosna’nın en büyük iki takımından birinde, Zeljeznicar Sarajevo’daydım. Oradan diğer büyüğe, FK Sarajevo’ya transfer oldum. Bu iki kulüp Türkiye’deki Fenerbahçe – Galatasaray gibidir. Babam beni korumak için her antrenmanıma gelirdi. Dağlarda Sırplar vardı ve onlar için canlı olman ateş etmeleri için yeter sebepti. On kilometre yol yürürdük. O da inanıyordu. Benim bir gün iyi takımlarda futbol oynayacak yetenekte olduğumu biliyordu.

Savaşta kaybettiklerin oldu mu?
Ablamın eşini kaybettim, amcamın oğlunu kaybettim, en sevdiğim komşu teyzemi kaybettim. Ablam ve dayım yaralandı. Kaybetmeden savaştan çıkan olmadı. Ben devam etmek zorundaydım. Her şeyin farkındaydım. Farkında olmamak mümkün değildi çünkü tepemizden savaş uçakları, yanımızdan tanklar geçiyordu. Evde oturup bekleyemezsin. İhtiyaçların var. Sular, elektrikler kesik… Çıkıp, sırada bekleyip eve su taşımak zorundasın. Yiyecek bir şeyler bulmak zorundasın. Gücün varsa tünellerden geçip, birilerine yardım etmek zorundasın.

Ailende başka futbolcu var mıydı?
Ölen kuzenimin kardeşi Mirsad Baljiç milli takımda da uzun süre forma giymiş, iyi bir futbolcuydu. O da benim gibi sol ayağını kullanırdı. Benim de onun gibi sol bek oynamamı istediler ama ben hep hücumu düşündüm. Hocama “Hücum oyuncusuna ihtiyacınız olana kadar kadroya girmemeye razıyım” dedim. Gol attıkça da kendimi kabul ettirdim.

Kuşatma altındaki Bosna’dan düzenlenen bir futbol turnuvası sayesinde çıkıp bir yıl boyunca dünyanın birçok yerinde maçlar yaptın. Bu devriâlemde başından neler geçti?
Maçların gelirini Bosna’da gönüllü olarak savaşanlardan kurulu orduya bağışlayacaktık. Kadronun içinde ben de vardım ve kendimi bu sayede savaşın dışına attım. 18 yaşımdaydım ve kaderim kadroya dâhil edildiğim gün değişti. Malezya’da, Arabistan’da, Türkiye’de, Almanya’da bir sürü maç yaptık ve bu maçlarla büyük tecrübe kazandım. Her ülkede cebime bir şeyler koydum. Bunu yapmak hiç kolay değildi. Ailemin yanından ayrıldım ve onlarla tekrar konuşabildiğimde aradan sekiz ay geçmişti. Bu sekiz ayı söylemek kolay ama yaşamak çok zordu. “Acaba yaşıyorlar mı; açlar mı, toklar mı?” diye düşünmediğim tek gün olmadı ama futbol oynamaya devam ettim. Ailemi aradığımda annem hep “Herkes iyi” diyordu. Emin olmak için sırayla herkesi telefona isterdim. Çünkü takımdaki bir arkadaşımın kardeşi ölmüştü ve ondan altı ay sakladık. Akrabalarımın öldüğünü bize gelen yerel gazeteden öğrenmiştim. Çok büyük paralar kazanmıyordum. Kazandığımı aileme gönderiyordum ama savaş şartlarının yarattığı aşırı enflasyon yüzünden hiçbir şeye yetmiyordu. Bir kilo şeker 160 liraydı. Gerisini siz düşünün!

Bildiğimiz kadarıyla Bursaspor’a gelişin de kolay olmamıştı…Nasıl kaçtın ülkenden?
Turnuva devam ederken Bursaspor’la bir maç yapmıştık. O maçta iyi bir oyun çıkartmıştım. Nejat Biyediç beni beğenmiş. Maçtan sonra beni istemişlerdi. Oysa benim savaşa geri dönmem gerekiyordu. Anlaşma böyleydi. Hocanın telefon numarasını aldım. Turnuva devam etti. Arabistan’a gittik. Arabistan’dan sonra Bosna’ya dönmek için uçakla Türkiye’den aktarma yaptık. Havaalanında beklerken aklımdan onlarca şey geçiyordu. Ülkeme dönersem futbol hayatım bitecekti. Sabah saat beşti. Nejat hocayı arayıp “Benimle hâlâ ilgileniyor musunuz? Evet derseniz buradan hemen kaçarım, yanımda bir arkadaşım daha var” dedim. “Bir taksiye atlayın, Taksim’de bir otele gidin” dedi. Pasaportu elinde olan kaçtığı için pasaportları saklamışlardı. Herkes uyuyordu. Pasaportlarımızı bulup kaçtık. Heyecandan valizlerimizi alamadık. Bir arkadaşım, cebimde 100 mark ve eşofmanlarım vardı. Korkuyordum. Nejat hoca bir araba yolladı. O arabayı beklerken hayatımın en zor üç saatini yaşadım. Hiçbir yere ait değildim, “Araf”taydım! 2 Şubat 1995! O günü unutamam.

Kaçtığın ekibin yöneticileri sana tepki göstermedi mi?
Başta beni ailem üzerinden tehdit ettiler. Bursaspor başkanı “Oyuncumun pasaportunu vermeden size bonservis ödemem” dedi. Bu benim için çok büyük bir jestti. Çünkü savaş sürdüğü için beni beş kuruş ödemeden alabilirlerdi. Altı ay sonra aileme kavuştum. Onları gördüğümde aradan bir buçuk yıl geçmişti. Bursa’da altı ay kaldılar. Evlerin çoğu yıkıldığından insanlar dairelerin kapısını kırıp içine yerleşiyordu. Gitmek zorunda kaldılar.

Böyle olunca Bursaspor’a bir vefa borcun oldu. Başarında bunun da payı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Tabii ki. Bir yandan kendimi kulübe borçlu hissediyordum, bir yandan kendimi göstermek için elime büyük bir fırsat geçmişti. Ben Bursaspor’a gittiğimde takımda üç forvet vardı. Yusuf ben Bursaspor’a gittiğimde eskisi kadar iyi oynamıyordu. Oysa çok iyi bir oyuncudur. Onu gönderip yerine beni aldılar. Evim bile hazırlanmış gibiydi. Bursa benim için başkadır. Ailem için de öyle. İstanbul’a her geldiklerinde Bursa’yı görmeden gitmezler.

Bursaspor’un 1996 yılında UEFA Intertoto Kupası’ndaki başarısında büyük pay sahibi oldun. Seni o zaman daha iyi tanımıştık…
Şubatta geldiğim için transfer dönemini bekliyordum. Intertoto maçları benim için bulunmaz nimetti. Oynamak için sabırsızlanıyordum. Wimbledon’ı yendik. Ondan sonra da sırayla devam ettik. Karlsruche ile karşılaştığımız çeyrek final maçında kazananı belirleyecek penaltılarda ilk penaltıyı ben atmıştım. Dokuzuncu penaltıya kadar uzadı. Onu atamazsak kaybediyorduk. Kimse kullanmak istemedi. O penaltıyı kaçırdık ve kupaya veda etik. Sadece Bursa’da değil, bütün Türkiye’de maçlar heyecanla takip ediliyordu. Bütün takım kenetlenmiştik. Bu sezon nasıl iyi bir takım kurulduysa biz de öyle bir takımdık. Bursalıların artık Intertoto Kupası’ndan fazla övünecek şeyleri olmalı. Çünkü hak ediyorlar. Eminim Bursaspor, Şampiyonlar Ligi’nde oynama şansı bulursa bocalamayacak.

Ve büyük transfer! Fenerbahçe’ye o dönem için astronomik bir ücret olan 9 milyon dolar karşılığında transfer oldun. Bu ücret seni de şaşırttı mı?
Aziz Yıldırım’ın bir oyla başkan seçildiği seneydi. Gazetelerde adımı görmüştüm. Başkan ilk işlerinden biri olarak beni almak istiyordu. Bursaspor’la burada oynadığımız bir maçta, Fenerbahçeli taraftarlar bana tezahürat yapmışlardı. Ben de gelmek istiyordum ve yöneticilere söz verdim. Galatasaray ve İstanbulspor da istemişti o zaman beni. Fenerbahçe’nin ödediği transfer ücreti açıklandıktan sonra sadece Türkiye’de değil, Bosna’da da herkes benden bahsetmişti.

Bütün magazinciler senin peşine düşmüştü. Onlardan nasıl kurtuldun?
Türkiye’de Hamdi Alkan komedi programında benim kılığımda küvete dolarları doldurup banyo yapıyordu. Herkes “Bu parayla şu kadar okul, bu kadar otoban yapılır” diyordu. Herkesin gözü üzerimdeydi. Ben de Bosna’ya kaçtım!

O parayla otoban yaptırmadın herhalde?
Bosna’da öncelikle ailemin durumunu düzelttim. Bu konudan bahsetmeyi pek sevmesem de Bosna için hayırlı şeyler yaptığımı söyleyebilirim. Bir kilo şekerin hesabını yaptığım günleri unutmadan harcadım o parayı.

Fenerbahçe’de transfer ücretinin ağırlığıyla ezilmekten korkmadın mı? Taraftar senden çok şey bekliyordu…
Tesislerden hiç çıkmıyordum. Sürekli tek başıma çalışıyordum. En önemlisi de kendime güveniyordum. Top benim velinimetimdi ve ondan hiç ayrılmadım. Taraftar beni sevdi ve aradan onca zaman geçmesine rağmen unutmadılar.

Bursaspor, Fenerbahçe ve Real Madrid! Transfer olacağını ilk duyduğunda aklından neler geçti?
Şaka gibiydi! Toshack beni istemişti ama Fenerbahçe’nin istediği fiyatta anlaşamamışlardı. Aradan biraz daha zaman geçti. Tam kendimi Fenerbahçe’de kalmaya hazırlamıştım ki Real Madrid beni yeniden istedi. Aziz Yıldırım’ın yanına gidip “Bir daha bu şansı bulamayabilirim, bir sakatlanırım her şey biter” dedim. Bana hak verdi. Bir gece bana bir telefon geldi. “Gidiyorsun” dediler. Bacaklarımı hissetmiyordum. Sabaha kadar uyuyamamıştım. Ertesi sabah gidip bir takım elbise aldım ve gittim. Başkan gitmeme çok üzülmüştü. Onu üzgün görünce ben de duygulanmıştım.

Madrid’e gittiğinde heyecanını kontrol edebildin mi peki?
Havaalanında beni yaklaşık iki yüz kamera karşıladı. Madrid’de çok az insan Fenerbahçe’yi tanıyordu. Birkaç gün sabah kalktığımda camdan dışarı bakmadan Madrid’de olduğuma inanamadım. Kaptan Fernando Hierro beni karşıladı. Küçükken gazetelerden onun fotoğraflarını kesip saklardım. İlk idmandan sonra bir baktım yanımda McManaman, Raul, Morientes… Onlarla nasıl konuşacağımı bilememiştim. Onların da benim gibi insan olduklarını anlamam zaman almıştı. Toshack bana “Burada oynamak kolay değil” demişti. Ne dediğini sahaya çıkınca anladım. 90 bin taraftar omuzlarıma oturdu! İlk 15 dakikadan sonra maç bitsin diye dua etmeye başladım.

Rüyanın en güzel yerinde sakatlık kâbusuyla uyandın. Dünya derbisinde oynayamadan sakatlandın. Bu ağır psikolojiyle baş etmek hiç kolay olmasa gerek…
Real Madrid–Barcelona maçı öncesiydi. Bosna Milli Takımı’yla Estonya’ya dört gol atmıştım. İspanya’ya döndüğümde herkes dev derbide benden gol bekliyordu. Maç için son idmanın bitimine beş dakika kala ayağım kaydı. Çok büyük bir acıydı. Bacağımdan çıkan sesi duyduğumda ağlamaya başladım. Maçta sakatlansaydım bu kadar üzülmezdim. En azından “Barcelona’ya karşı oynadım” derdim. Altı ay oynayamadım. Sakatlıktan önce ve sonra birkaç maç oynayabilmiştim. Sakatlıktan sonra da sabırsızlandığım için şans bulamamıştım. Altı yıllık mukavelem olmasına rağmen küsüp mücadele etmeyi bıraktım. Bilmediğim orda iyi olmanın yetmediğiydi!

Tarihi 4-3’lük Fenerbahçe–Gaziantep maçında oyundan alınınca sahayı terk etmiştin. Senin yerine oyuna giren Rapaiç oyunu adeta tek başına çevirmişti.
Maçın skorunu öğrendiğinde “İyi ki çıkmışım” dedin mi?
İlk yarıda kötü oynamıştık. Ben oyundan çıkarılınca kendimi kötü oyunun sebebi gibi görmüştüm. İkinci yarı başlamadan taksi tutup Samandıra’ya gittim. Yolda maçı dinliyordum. Dördüncü gol olduğunda nasıl sevindim bilemezsiniz. Hem takımıma, hem kendim için tabii! Yaptığım akıl kârı değildi. Kazanamasaydık, günah keçisi ben olacaktım.

Real Madrid gibi bir takımda oynadıktan sonra Türkiye’de ikinci lig takımlarında oynamak zor geldi mi? Yine bir karar vermen gerekse yine gider miydin?
Ben hiçbir futbol takımını küçümsemedim. İstanbul’dan kopmak istemedim. Zaten her şeyi görüp geçirmiştim. Benim hiçbir zaman gündemde olmak gibi bir derdim olmadı. Tek istediğim biraz huzurdu.

Bunca dolu hayat maratonunda bir de müzik albümü çıkarttın. İstediğin gibi oldu mu?
Müzik her zaman hayatımın bir köşesindeydi. Hayallerimden biri de bir albüm çıkartmaktı. Kendim için yaptım. Bosna’da çok beğenildi. Pişman olmadım. Çocuklarıma gösterebileceğim bir hatıra olarak kalacak.

Üzerine roman yazılabilecek kadar dolu bir geçmişin var. Elinde kalan en değerli şey ne?
Real Madrid’de hâlâ benim fotoğrafım duruyor. Şampiyonlar Ligi kupasının kadrosunda benim adım yazıyor. İşte bu bana yeter. Bunlar parayla alınacak şeyler değil!

Futbolu bırakırken tek hayalinin teknik direktör olarak sahalara geri dönmek olduğunu söylüyordun. Bu sezon Bosna Milli Takımı’nda yardımcı antrenör olarak göreve başladın…
Futbolu bıraktıktan sonra iki yıl boyunca sahaları çok özlediğimi fark ettim. Bir antrenörlük kursuna gittim. Her şey futbol kariyerim gibi hızlı gelişti. Geçen sene kursa başladım ve daha kursum bitmeden milli takımdan teklif aldım. İyi bir yerden başladım. Kendimi geliştiriyorum. Dünya Kupası’na katılmayı son anda kaçırdık. Şimdi hedefimiz Avrupa Şampiyonası elemelerinde başarılı olmak.

Dünya Kupası’nı biraz buruk izleyeceğin kesin ama favorin kim?
İspanya güzel şeyler yapacak gibi. İlk dördün içinde mutlaka olacaklardır. Brezilya’yı da merakla bekliyorum. Arjantin’den hiçbir beklentim yok. Çünkü Messi, Barcelona’da takım oyunu oynuyor ama Arjantin’de herkes Messi’nin üzerine oynuyor.

FourFourTwo Dergisi Mayıs 2010 sayısında yayımlanmıştır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder