28 Aralık 2012 Cuma

ENGİN İPEKOĞLU


İyi bir golcü olduğu doğru mu? Türkiye’nin en iyi kalecisi kim? Tanju mu, Recep mi daha iyi röveşata atıyor? Renkli kazakları neden giyiyordu? O küfrü neden etti?

Avusturya’da futbola başlamanız nasıl oldu? Siz de mi birçok kaleci gibi tesadüfen kaleye geçtiniz?
Avusturya’ya göç ettiğimizde babam yalnız kalmamam için beni Prater SV’nin altyapısına yazdırdı. 17 yaşıma geldiğimde Avusturya üçüncü liginde en genç oyuncu unvanını aldım. İlk başladığımda iyi bir santrfordum ama gözüm hep kaledeydi. Hocalarım A takımın kaleciliğini yaparken beni ümit takımında forvet oynatıyorlardı. İki gol krallığı kupam var! Bu oyunumla Avusturya birinci lig takımlarından teklifler aldım ama kulüp bırakmadı. Benden alacakları parayla üç yıllık bütçeyi kurtarmayı planlıyorlardı. Sakaryaspor’un teklifi onları tatmin etti ve transfer oldum.

Avusturya’dan geldiğinizde Sakarya’daki şartlar sizi zorlamadı mı?
Şehre gelir gelmez bir “Eyvah!” dedim. Sonra günlerce her gördüğüm şeye yeniden ve yeniden şaşırdım (gülüyor). Tarlada idman yapıyorduk. Hatta sabit bir tarlamız da yoktu! Önce otlayan inekleri kovalayıp kendimize yer açmamız gerekiyordu! Ben de kulüpten ödeyemeyecekleri bir ücret isteyerek Avusturya’ya kaçtım. Üç ay sonra bir baktım, Sakaryaspor yöneticileri istediğim parayı hazırlayıp bana haber göndermişler. “Nihayetinde gideceğim yer Türkiye” diyerek Sakarya’ya döndüm.

Sakaryaspor’un bütün cevherlerini Fenerbahçe’ye verdiği dönemde siz neden bir yıl sonra Beşiktaş’a gittiniz?
Arkadaşlarım gittiğinde benim bir yıl daha sözleşmem vardı. O dönemde büyük takımların kalesi yabancıların tekelindeydi. Benim hedefim Beşiktaş kalesiydi çünkü en zayıf halka Jurkoviç’ti. O sırada milli takımın da kalesini koruduğumdan Fenerbahçe’den çok ciddi bir teklif aldım ama Schumacher dururken oynamam söz konusu olamazdı. Ben de Beşiktaş’ın teklifini değerlendirdim. Beşiktaş’la birlikteyken rüya gibi günler geçirdim. Ezbere sayılan bir kadromuz vardı. İki sene sonra Schumacher’in jübilesiyle birlikte Fenerbahçe’ye imzayı attım.

İki büyük kulüp iki büyük deneyim... Aklınızda neler kaldı?
Beşiktaş ve Fenerbahçe’de oynamak benim için birbirinden çok farklı deneyimlerdi. En önemli başarılarımı da Beşiktaş’ta kazandım. Fenerbahçe’de attığınız adım gazetelere haber olur. Taraftarından futbolcusuna Fenerbahçe camiası ortası olmayan bir kulüp. Durgun bir Fenerbahçe kimsenin kabul edemediği bir durum. Berabere kaldığımız maçlardan sonra tesislerin basıldığını hatırlıyorum. Sonra bir Çanakkale Dardanelspor maceram var. Oradan kovulmuştum. Sonra Rıdvan’ın teknik direktör olduğu Fenerbahçe’ye döndüm.

Yaşınızdan dolayı aldığınız eleştirilerin canınıza tak ettiği oldu mu?
Euro 2000 elemelerinde Bursa’da oynadığımız play off maçında oyuna sonradan girdim ve oynadığım 65–70 dakika hayatımın en zor dakikalarıydı. Tribünden inanılmaz tepkiler alıyordum. “Bu adam bu yaşında niye hâlâ oynuyor!” diyorlardı. Mustafa Denizli bütün eleştirilere rağmen benden vazgeçmedi ve alnımızın akıyla şampiyonaya gittik. Sezon bittiğinde futbolu bırakacağımı açıkladım. Mustafa hoca buna rağmen beni şampiyonaya götürmek istedi. Kabul etmedim. 37 yaşımdayken bir gece yarısı Fatih Terim beni aradı, “Seni Galatasaray’a alıyorum” dedi. Benden dolayı tepki alacağını  düşünerek kendime de güvenmeme rağmen bu teklifi kabul etmedim. Fatih Terim “Sana ne benim alacağım tepkilerden” diyerek beni istetti ama kulübüm beni vermedi. Sonra Galatasaray Taffarel’le anlaşıp UEFA Kupası’nı aldı.

Türkiye’nin sayılı kalecilerindensiniz. Size göre en iyi Türk kaleci kim?
Türkiye’nin sayılı kalecilerinden biri olarak aklımın yettiği en büyük kalecinin Rüştü Reçber olduğunu düşünüyorum. Barcelona’ya renk olsun diye gitmedi.

Fenerbahçe’deyken sakatlanıp kaleyi Rüştü Reçber’e kaptırmak sizin için zor oldu mu?
17 yaşımda profesyonel olarak oynamaya başladığımda takımımızın kalecisi Austria Wien takımından gelmişti ve 36 yaşındaydı. Bir gün beni kenara çekip, “Bu kulüpten senin oynayabilmen için gidiyorum” dedi. “Bir gün senin de başına aynı şey gelirse benim sana yaptıklarımı unutma.” Rüştü’nün benden iyi olduğunu kabul etmem bu yüzden benim için kolaydı. Ayağım kırıldığında Rüştü şans bulmasa en geç iki yıla onun yolunu kendi elimle açacaktım. Rüştü’yü Antalyaspor’a tavsiye eden de bendim. 1996 Avrupa Şampiyonası’na katılamam da bu sebeptendi. Rüştü en son sakatlandığında beni arayıp, “Abi senin ayağın kaç yaşında kırılmıştı?” dedi. 36 deyince güldük. O da 36 yaşındaydı. Şimdi benim rekoru kırmak için iddialaşıyor. 40 yaşına kadar oynayacak. İnşallah oynar.

Türkiye’deki ilk göz ağrınız Sakaryaspor’un şu anki durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sakaryaspor çok ciddi potansiyeli olan, kökleri çok derinde bir kulüp. Çok ciddi bir borçları olmamasına rağmen geçmişten gelen yönetimsel hataların altında eziliyorlar. Üzülüyorum. UEFA’nın getireceği yeni kriterleri bu yüzden sabırsızlıkla bekliyorum. Artık bütçeyi aşan başkan kulübü kendisine borçlandıramayacak. Gelir gider dengesizliği olan kulüpler küme düşürülecek.

Takım arkadaşından gol yemek her kalecinin kâbusudur herhalde? Kendi takım arkadaşlarınızdan yediğiniz golleri hatırlayıp gülüyor musunuz?
Recep’in Malmö maçında attığı gol anlatılacak gibi değil. Kanattan gelen bir topa savunma oyuncusu kendi kalesine doğru rövaşata yapar mı? Top “çat!” diye doksana girdi. Yerimden kımıldayamadım ve gülmeye başladım. Maç 2-2. Bu golle oldu 3-2. Soyunma odasında Gordon gelip, Recep’i tebrik etti. Eurosport bir ay boyunca Recep’in golünü jeneriklerinde çevirdi. Kendi kalesine attığının farkındalar mıydı bilmiyorum! Sakarya’da Selçuk diye bir arkadaşım vardı o da ceza sahamızdaki topları affetmezdi! Semih’ten yedim, Selçuk’tan yedim. Tabii hiç biri Recep’inki kadar güzel değildi. Tanju’nun rövaşataları o golün yanında halt etmişti.

Toplamda 32 kez milli takımın kalesini korudunuz. En unutulmaz maçınız hangisiydi?
Sakatlıklarım olmasaydı 70’i bulurdu. Tabii o zaman daha az maç oynanıyordu. 11 seneden fazla milli takımın kalesinde ben vardım. İlk milli maçımda, 1990 Dünya Kupası grup eleme maçında Doğu Almanya ile oynayacağımız maç için deplasmanda sahaya çıkarken çok heyecanlıydım. Rıdvan benim o halimi görünce “Sıkma canını 3 yer gideriz” dedi. 2–0 kazanmıştık. Bir penaltı kurtarmıştım.  

Penaltı kurtarma sanatınızın sırrı neydi?
Tesadüf, denk geliyordu (gülüyor). Çarpıyordu toplar! Milli takımda da, oynadığım takımlarda da çok penaltı çıkarttım. Eski bir forvet oyuncusu olmamın da bunda payı vardı. Penaltıyı kullanacak oyuncunun gelişinden ne yapacağını kestirebiliyordum. Penaltı atışını kurtarmak aslında fizik kurallarına aykırı. Örneğin direklerin yanına vurulan toplara yetişemezsin. Her takımda hangi futbolcunun penaltıları ne şekilde kullandığını spor programlarında incelerdim. Bu şekilde birkaç tane penaltı kurtardım.

Çocukluğum eldivenlerinize ne yazdığınızı çözmeye çalışmakla geçti. Neler yazardınız eldivenlerinize? Bir de rengârenk kaleci kazaklarınız meşhurdu. O renkleri rakibin gözünü yormak için mi seçerdiniz yoksa neşeli karakterinizi yansıtmak için mi?
Gol yediğim eldiven ve kaleci kazağını bir daha giymezdim. Sevdiğim bir arkadaşım kaleci malzemeleri üretiyordu ve benim sponsorumdu. Yoksa bana ne eldiven dayanırdı ne kazak! Renkli giyinmeyi severdim. Şimdilerde bununla ilgili bir tartışma var: Çok renkli kaleci kazakları kaleciyi hedef yapar diyorlar. Tabii o zamanlar benim bundan haberim yoktu!

Oyunculuk zamanlarınızda muhabirlerin hakları sınırsızdı. Canları istediğinde sahaya girebiliyorlardı. Siz de Fenerbahçe–Beşiktaş maçında bunun mağduru olmuştunuz…
O maçta top kale çizgisini geçti, geçmedi tartışması yapılıyordu. Ortalık karışmıştı. Yardımcı hakem bana ana avrat küfür etti. Yanlış mı duydum diye gazeteci arkadaşlara sordum. “Doğru” dediler. Ahmet Çakar’a gidip, “Yardımcın bana küfür ediyor” dedim. “Yanlış duymuşsundur” dedi. Muhabir de o sırada “Ne oldu?” diye sorunca bende film koptu.

Bursaspor’un başına geçtiğinizde fevkalade oynayan bir futbol takımı yaratmıştınız. Bursaspor’un her zaman başarıya müsait olduğu söylenebilir mi?
Raşit Çetiner’in ardından Levent Kızıl başkanımız bana bu görevi verdiğinde gazetecilere “Anadolu’dan yeni bir şampiyon çıkacaksa bu Bursaspor’dan başkası olamaz” demiştim. Türkiye’nin hiçbir yerinde göremeyeceğiniz bir taraftarı var. Süper Lig’de takımı olan birçok şehirde taraftarlar hem şehirlerinin takımını hem büyük takımlardan birini tutar ama Bursalı Bursasporludur. Şehirde sanayinin güçlü olması da kulubün avantajı. Benim kadromdaki Sercan, Eren, Volkan, Ömer, Bekir Ozan hâlâ takımdalar. Şartların müsait olduğunu söyleyerek Ertuğrul’un başarısını gölgelemek doğru olmaz. Ona çok şey borçluyuz. Artık lig çok daha keyifli.

Kaleciler hep yalnız ve biraz da Shumacher’in dediği gibi biraz deli midirler sizce?
Kalecilik yürek isteyen bir iş. Bunun için deli deniliyor belki. Sakatlanma olasılığınız herkesten çok daha fazla. Esasında kalecinin sahadaki herkesten çok daha akıllı olması gerek. Çünkü oyunu her açıdan görmeli ve her tehlikeyi sezebilmeli.

Hiddink’li milli takımdan bizim gibi sizin de beklentileriniz büyük mü? Hiddink’li milli takım yeni bir ekol yaratabilecek mi?
Hiddink’le anlaştıktan sonra Oğuz Çetin’le birlikte fikstür çekimi için Almanya’ya gittik. Bir salonun içinde dünyanın her yerinden milli takım yetkilileriyle bir aradaydık. Almanlarla sohbet ederken “Yaptığınıza inanamıyoruz, Hiddink’i nasıl ülkenize götürdünüz?” dediler. “Yaptığınız işin farkına daha sonra varacaksınız, onun çok faydasını göreceksiniz” dediler. Türk milli takımının bir iskelet kadrosu var. Gençler aradan sıyrılana kadar bu kadro değişmeyecek. Hiddink topu kaybedince on kişinin birden savunma yaptığı, topu kazanınca on kişinin birden golü düşündüğü bir takım yaratmak istiyor. Kendi aramızdaki konuşmalarımızda “Türk futbolcusu çok yetenekli, saha içinde bazı futbolcular tembellik yapmazsa dünya üzerinde bizi yenecek çok az sayıda takım var. Yeter ki futbolcularımız sahada koştukları on metrenin, yirmi metrenin hesabını yapmasınlar.” diyor. Milli takım kafilesindeki futbolcudan çaycısına kurduğu ilişkilerin çok iyi olması hepimizi mutlu ediyor. Saha dışında da dediğini futbolculara yaptırma konusunda hiç sıkıntı çekmiyor.

Bu röportaj FourFourTwo Dergisi'nin Ekim 2010 sayısında yayımlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder